24 Mayıs 2010 Pazartesi

Barcelona

Barcelona’ya gittik sonunda. Sevgilim 3 günlük tatili zaten bir yazı dizisine çevirdi, benim detay yazmama gerek yok bu yüzden. Ama birkaç cümle de ben yazmazsam çatlarım

Önce Nilgün’e teşekkür etmeliyim, herkese lazım bir arkadaş. Barcelona’ya gidelim diye beni ilk aradığında açık açık “hiçbirşeyle uğraşamam, ama çeke çeke götürebilirsen geliriz” demiştim ki aynen de öyle yaptı. Bir valizimi hazırlamadığı kaldı. Uçak otel rezervasyonlarından vize işlemlerine hatta gezi programına kadar her şeyle ilgilendi ve bu sayede “2. geleneksel Akçay-Gürsoy aileleri yurtdışı gezi etkinliği”ni gerçekleştirebildik. Darısı nicelerine…

Dünyada gördüğüm yer henüz çok çok az ama şimdiye kadar gezdiğim hiçbir yer bana “ah burada yaşasam” hissi vermemişti. Paris çok kozmopolit, Prag fazla soğuk - hem havası hem insanları-, Roma fazla tarihi, müzede yaşar gibi. Barcelona ise hepsinden farklı. İnsan kendini müzede gezer gibi hissetmiyor şehrin sokaklarını dolaşırken. Çok modern bir kent ama aynı zamanda da çok bizden. Akdenizlilik hayatın her anında karşısına çıkıyor insanın. Kapalı ve depresif bir havada gezmemize rağmen içimizi açabilen bir şehir.

Ve Barcelona’da favorilerim:

  • Şehir bisikletleri: şehrin her yerinde bisiklet istasyonları var. Bir çeşit kent kart ile bu bisikletlerden alıp, gideceğiniz yere kadar kullanıyorsunuz. En güzel tarafı bu istasyonlar o kadar çok ki varış noktanızda da bir tanesine iade edip yolunuza devam ediyorsunuz. Hem bisikletle gezmenin konforu hem de bisiklet edinme ve taşıma zorluklarının bertaraf edilmesi

  • Tapas: Ben bir restorana gittiğimde illaki kararsız kalırım. Mutlaka gözüm ısmarlayamadığım yemeklerde kalır. İşte bunun için İspanyolların çözümü tam bana göre. Her şey küçük porsiyonlar halinde geliyor. Bizdeki meze mantığı. Ama yanında rakı yok ne yazık ki. Ama birayla da idare ediyor.

  • Gaudi: Şehrin her yanında, hiç beklemediğiniz yerlerde bir anda karşınıza çıkıveriyor masallardan fırlamış gibi duran binalar. Kemiklerden pencereleri, ejderhadan çatıları ile. Yarısı yanmış bir mumu andıran Sagra da Familia ise zaten kaçıklığın son noktası bana göre. Adam ömrünün hatırı sayılır bir bölümünü bu kilisenin şantiyesinde yaşayarak geçirmiş ve sonuçta ne onun ne de ondan sonrakilerin ömrü yetmemiş inşaatı bitirmeye. Hala da şantiyesi devam ediyor.

  • Kumsal: Biz denize giremedik ama bu kadar büyük bir metropolün içinde bu kadar güzel bir plaj görmek ve şehrin içinden denize girilebildiğini bilmek bile heyecan vericiydi. Bir sonraki sefere umuyorum.


Ve kaçırdıklarımız var tabii bir de: deli dahi Dali’nin şehri ve müzesi, Koku filminin çekildiği kasaba gibi gibi…onlar da bir kez daha gitmek için bahanelerimiz olacak sanırım.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kurbağa...

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ki bu kadar hızlı gündem değişebiliyor. Aklıma gelenleri yazamadan bakıyorum ki başka bir sürü şey olmuş, benim kafamdakiler eskiyivermiş. Daha şampiyonluk hakkında yazacaktım ben...

Her neyse, dünden beri yine kulaklarıma inanmaya çalışıyorum haberleri dinledikçe. Aslında kulaklarıma inanmamaya çalışıyorum desem daha doğru, inanmak istemiyorum çünkü böyle bir ülkede yaşadığıma. Sevsek sevmesek bu ülkenin yarısından oy almış bir başbakan, her gün çıkıp başka bir meslek grubuna hakaret ediyor. Askerlerden eczacılara yelpaze de çok geniş. Son olarak da madenciler aldı hakaretlerden paylarına düşeni. Akıl alır gibi değil, bir ülkenin başbakanı çıkıyor ve bir maden kazası sonrasında onlar zaten bunu biliyordu bu işe girerken diyebiliyor, mesleğin kaderinde bu var diyebiliyor. Sanki o insanlar milyon tane meslek seçeneği içinden gönüllü olarak madenci olmuşlar, sanki keyiflerinden ve adrenalin isteklerinden dolayı yerin bilmem kaç metre altına iniyorlar.

Son yıllarda değişen iktidarla birlikte yaşadıklarımız benim hayret etme eşiğimi de çok yükseltti aslında. Artık pek çok şeye "burası Türkiye, herşey olur" gözüyle bakabiliyorum. Ama sanki Ankara'da birileri beni ve benim gibileri şoke etme konusunda hırs yapmış, yükselen her eşiği atlama telaşıyla sınırsız saçmalama kapasitelerini ortaya koyuyor.

Sevdiğim bir hikaye var: kurbağayı kaynar su dolu bir kaba koyarsanız aniden zıplar ve kaçıp kendini kurtarır. Ancak soğuk su dolu bir kaba koyup suyu sonradan ısıtırsanız olayın farkına yeterince varamaz ve haşlanarak ölür. İşte biz milletçe suyu ısıtılan kurbağalarız. Suyumuz her geçen gün ısınıyor ama değişimler küçük küçük olduğundan haşlandığımızın farkına varamıyoruz. Kaynama noktası ne mi? Bence bu kadar hakaretten sonra yine bu insanlardan oy alırlarsa işte o kaynama noktasına ulaştığımız andır.

4 Mayıs 2010 Salı

Sosyalleştiremediklerimizden misiniz?

Hani bir dönemin klişelerinden biriydi: "teknoloji insanı yalnızlaştırıyor miirim!"

İşte tam bu noktada yine teknoloji yetişti imdadımıza. Ekran başında yapayalnızken de sosyalleşmenin yolunu gösterdi. Önce msn'le başladık. Arkadaşlarımızla yazışırken farkettik ki yeni arkadaşlar ve hatta sevgililer de edinebiliriz. En iyi tarafı da sen aradın ben aradım derdi olmadan online'san konuşuvermek öylece. Sonra bu da yetmedi tabii yalnız insanı kurtarmaya. facebookta bulur olduk birbirimizi. Vakti zamanında yüzüne bile bakmadığımız insanlarla "arkadaş" oluverdik birden. Ve de en acıklısı arkadaş listesinde ne kadar çok isim varsa o kadar popüler hissetmeye başladı insanlar kendilerini. Kaynının amcaoğlunun küçük kuzeninin kocası ile arkadaş oluverdi herkes. Facebook'u friendfeed, twitter izledi sonra. Bunlar benim bildiklerim tabii, dahası da vardır eminim.

Sonuç olarak daha mı sosyal olduk, yoksa iyice mi asosyalleştik, gerçekten karar veremiyorum. Bildiğim tek şey; kimsenin gizlisi saklısı kalmadı artık. Herkes herkesin herşeyini biliyor kısa bir araştırma sonucunda.