21 Temmuz 2010 Çarşamba

Farkında mısınız, nasıl da koşturuyor hayat? Hem de telaşına hepimizi ortak edip öyle koşuyor ardına bile bakmadan. Tamam, biliyoruz her gün yeni bir gün, hiçbir anın tekrarı yok şu hayatta. Ama bu kadarı da fazla değil mi? İnsan kısacık da olsa geriye dönüp bakmak, geçen zamanın değerlendirmesini yapmak, açık kalan hesapları kapatmak istemez mi? Ama yok işte…bir anlığına geçmişte kalsa aklımız bir daha hiç yakalayamayacak gibiyiz bugünü. “Anı yaşa”, “bugün geri kalan hayatının ilk günü” klişeleri de unutturmaya çalışıyor sanki kaçırdıklarımızı. Sakın arkana bakma diyor birileri sürekli sanki olması gereken zaten buymuş gibi.

Ben bazen durmak istiyorum. Durmak ve soluklanmak. Ama hayat da dursun istiyorum benimle birlikte. Herkes ve her şey. Soluklanayım ama hiçbir şey kaçırmayayım bir yandan da. Çok şey istiyorum di mi?

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Barcelona

Barcelona’ya gittik sonunda. Sevgilim 3 günlük tatili zaten bir yazı dizisine çevirdi, benim detay yazmama gerek yok bu yüzden. Ama birkaç cümle de ben yazmazsam çatlarım

Önce Nilgün’e teşekkür etmeliyim, herkese lazım bir arkadaş. Barcelona’ya gidelim diye beni ilk aradığında açık açık “hiçbirşeyle uğraşamam, ama çeke çeke götürebilirsen geliriz” demiştim ki aynen de öyle yaptı. Bir valizimi hazırlamadığı kaldı. Uçak otel rezervasyonlarından vize işlemlerine hatta gezi programına kadar her şeyle ilgilendi ve bu sayede “2. geleneksel Akçay-Gürsoy aileleri yurtdışı gezi etkinliği”ni gerçekleştirebildik. Darısı nicelerine…

Dünyada gördüğüm yer henüz çok çok az ama şimdiye kadar gezdiğim hiçbir yer bana “ah burada yaşasam” hissi vermemişti. Paris çok kozmopolit, Prag fazla soğuk - hem havası hem insanları-, Roma fazla tarihi, müzede yaşar gibi. Barcelona ise hepsinden farklı. İnsan kendini müzede gezer gibi hissetmiyor şehrin sokaklarını dolaşırken. Çok modern bir kent ama aynı zamanda da çok bizden. Akdenizlilik hayatın her anında karşısına çıkıyor insanın. Kapalı ve depresif bir havada gezmemize rağmen içimizi açabilen bir şehir.

Ve Barcelona’da favorilerim:

  • Şehir bisikletleri: şehrin her yerinde bisiklet istasyonları var. Bir çeşit kent kart ile bu bisikletlerden alıp, gideceğiniz yere kadar kullanıyorsunuz. En güzel tarafı bu istasyonlar o kadar çok ki varış noktanızda da bir tanesine iade edip yolunuza devam ediyorsunuz. Hem bisikletle gezmenin konforu hem de bisiklet edinme ve taşıma zorluklarının bertaraf edilmesi

  • Tapas: Ben bir restorana gittiğimde illaki kararsız kalırım. Mutlaka gözüm ısmarlayamadığım yemeklerde kalır. İşte bunun için İspanyolların çözümü tam bana göre. Her şey küçük porsiyonlar halinde geliyor. Bizdeki meze mantığı. Ama yanında rakı yok ne yazık ki. Ama birayla da idare ediyor.

  • Gaudi: Şehrin her yanında, hiç beklemediğiniz yerlerde bir anda karşınıza çıkıveriyor masallardan fırlamış gibi duran binalar. Kemiklerden pencereleri, ejderhadan çatıları ile. Yarısı yanmış bir mumu andıran Sagra da Familia ise zaten kaçıklığın son noktası bana göre. Adam ömrünün hatırı sayılır bir bölümünü bu kilisenin şantiyesinde yaşayarak geçirmiş ve sonuçta ne onun ne de ondan sonrakilerin ömrü yetmemiş inşaatı bitirmeye. Hala da şantiyesi devam ediyor.

  • Kumsal: Biz denize giremedik ama bu kadar büyük bir metropolün içinde bu kadar güzel bir plaj görmek ve şehrin içinden denize girilebildiğini bilmek bile heyecan vericiydi. Bir sonraki sefere umuyorum.


Ve kaçırdıklarımız var tabii bir de: deli dahi Dali’nin şehri ve müzesi, Koku filminin çekildiği kasaba gibi gibi…onlar da bir kez daha gitmek için bahanelerimiz olacak sanırım.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kurbağa...

Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ki bu kadar hızlı gündem değişebiliyor. Aklıma gelenleri yazamadan bakıyorum ki başka bir sürü şey olmuş, benim kafamdakiler eskiyivermiş. Daha şampiyonluk hakkında yazacaktım ben...

Her neyse, dünden beri yine kulaklarıma inanmaya çalışıyorum haberleri dinledikçe. Aslında kulaklarıma inanmamaya çalışıyorum desem daha doğru, inanmak istemiyorum çünkü böyle bir ülkede yaşadığıma. Sevsek sevmesek bu ülkenin yarısından oy almış bir başbakan, her gün çıkıp başka bir meslek grubuna hakaret ediyor. Askerlerden eczacılara yelpaze de çok geniş. Son olarak da madenciler aldı hakaretlerden paylarına düşeni. Akıl alır gibi değil, bir ülkenin başbakanı çıkıyor ve bir maden kazası sonrasında onlar zaten bunu biliyordu bu işe girerken diyebiliyor, mesleğin kaderinde bu var diyebiliyor. Sanki o insanlar milyon tane meslek seçeneği içinden gönüllü olarak madenci olmuşlar, sanki keyiflerinden ve adrenalin isteklerinden dolayı yerin bilmem kaç metre altına iniyorlar.

Son yıllarda değişen iktidarla birlikte yaşadıklarımız benim hayret etme eşiğimi de çok yükseltti aslında. Artık pek çok şeye "burası Türkiye, herşey olur" gözüyle bakabiliyorum. Ama sanki Ankara'da birileri beni ve benim gibileri şoke etme konusunda hırs yapmış, yükselen her eşiği atlama telaşıyla sınırsız saçmalama kapasitelerini ortaya koyuyor.

Sevdiğim bir hikaye var: kurbağayı kaynar su dolu bir kaba koyarsanız aniden zıplar ve kaçıp kendini kurtarır. Ancak soğuk su dolu bir kaba koyup suyu sonradan ısıtırsanız olayın farkına yeterince varamaz ve haşlanarak ölür. İşte biz milletçe suyu ısıtılan kurbağalarız. Suyumuz her geçen gün ısınıyor ama değişimler küçük küçük olduğundan haşlandığımızın farkına varamıyoruz. Kaynama noktası ne mi? Bence bu kadar hakaretten sonra yine bu insanlardan oy alırlarsa işte o kaynama noktasına ulaştığımız andır.

4 Mayıs 2010 Salı

Sosyalleştiremediklerimizden misiniz?

Hani bir dönemin klişelerinden biriydi: "teknoloji insanı yalnızlaştırıyor miirim!"

İşte tam bu noktada yine teknoloji yetişti imdadımıza. Ekran başında yapayalnızken de sosyalleşmenin yolunu gösterdi. Önce msn'le başladık. Arkadaşlarımızla yazışırken farkettik ki yeni arkadaşlar ve hatta sevgililer de edinebiliriz. En iyi tarafı da sen aradın ben aradım derdi olmadan online'san konuşuvermek öylece. Sonra bu da yetmedi tabii yalnız insanı kurtarmaya. facebookta bulur olduk birbirimizi. Vakti zamanında yüzüne bile bakmadığımız insanlarla "arkadaş" oluverdik birden. Ve de en acıklısı arkadaş listesinde ne kadar çok isim varsa o kadar popüler hissetmeye başladı insanlar kendilerini. Kaynının amcaoğlunun küçük kuzeninin kocası ile arkadaş oluverdi herkes. Facebook'u friendfeed, twitter izledi sonra. Bunlar benim bildiklerim tabii, dahası da vardır eminim.

Sonuç olarak daha mı sosyal olduk, yoksa iyice mi asosyalleştik, gerçekten karar veremiyorum. Bildiğim tek şey; kimsenin gizlisi saklısı kalmadı artık. Herkes herkesin herşeyini biliyor kısa bir araştırma sonucunda.

15 Mart 2010 Pazartesi

ARABA SORUNSALI

- Hayatım! Arabamı almışsın benden habersiz, elbisem vardı onda ve de bugün tadilatı yapılacaktı?!?!
- İyi de ben söyledim ya taa haftasonundan, Salı günü alıp farını yaptırıcam diye…
- Ama ama ama…elbisem?!?! Yarın akşam davet var ve giyecek başka elbisem yok..
- ?!?!?!?! Tamam, kuryeye veriyorum elbiseni…

3 gün sonra…
- Ya boşver bırakalım arabayı otoparkta, taksiye atlar gideriz, yarın da gelir alırız arabayı
- Olur valla, bana bi duble daha o zaman…

Ertesi gün…(rakı, bira ve tekila gecesi sonrası)
- Benim evden çıkacak halim yok, sen gidip alsan arabayı??
- Nası olucak o??
- Sen Efsunla kendi arabanı alıp gidersin, arabanı Enkaya bırakırsın, Efsun seni Taksim otoparka bırakır, sen de benim arabamı alıp eve gelirsin. Ben de yarın sabah bi şekilde giderim ofise.
- Off, tamam…sekiz bilinmeyenli denkleme döndü bu iş..

Daha ertesi gün..
- Hayatım!! Çok kötü bişey oldu. Senin geri zekalı araban kendini kitledi.
- …..sessizlikkk
- Alooo!! Orda mısın? anahtar diyorum, içerde kaldı diyorum.
- ……sessizlikkkk..
- Yaaa…napıcaz biz şimdi, dımdızlak kaldık, otoparkın ortasında, kızcaaz yeni indi uçaktan…
- Tamam bekleyin geliyorum yedek anahtarı alıp.

10 dakika sonra..
- Geliyosun di mi? hint fakiri gibi kaldık burada..bari çantamız arabada kalmasaydı, 2 bira içerdik şurda beklerken…

Yarım saat sonra…
- Ama hayatım iyi tarafından baksana..en azından yedek anahtarımız vardı, ya bakıcı evde olmasaydı, Kuzey’i de alıp gelmek zorunda kalırdın. Diğer arabanın da evde olmaması kötü oldu kabul ediyorum. Neyse ki çabuk geldin sayılır…

Bir hafta içinde arabayla ilgili kaç çeşit terslik yaşanabilir ki… kabul ediyorum bi kısmı benim salaklığım, valizleri koyarken anahtarı arabada unutmak gibi..ama iddia ediyorum, geçen hafta yıldızların benle bir problemi vardı. Araba takımyıldızı akrep takımyıldızı ile çarpıştı filan kesin..

19 Şubat 2010 Cuma

İşte herkesin huzurunda itiraf ediyorum:

Ben spor yapmıyorum, yapmayacağım, yapmaya çalışmayacağım, yapmadığım için kendimi suçlu hissetmeyeceğim…

Peki nasıl geldim bu noktaya?

Sporla doğan ve hayatının bir parçası koşmak, yüzmek, yürümek olan insanlardan olmadım zaten hiçbir zaman. Ama hayatımın neredeyse üçte birine karşılık gelen son 10 yılında hep bu konuda eksiklik hissedip bir şeyler yapmaya çabaladım.

Neler mi yaptım?

Her yıl başka bir spor kulübü bulup üye oldum her şeyden önce. Bu kulüpler de sanki başlarına geleceği biliyor gibi yıllık dışında üyelik kabul etmiyorlar. Avuç dolusu paralar istiyorlar. Verdim, hem de kaç sene üst üste. Spor kulübünün üyelik ücreti için çalıştığım şirketten avans bile aldım. Böyle azimliydim bir zamanlar yani.

Her üye olduğum kulübe 3 kereden fazla gitmedim. Ve her yıl buna çok güzel bahaneler bulup, yeni kulüpler denedim. “Falan yerin havuzu yoktu o nedenle gitmedim, bak buranın havuzu da var kesin devam edeceğim”, havuzu olana üye ol. Bir sonraki yıl: “havuzu vardı ama evime uzaktı, bak burası hem havuzlu hem de eve daha yakın, bu yıl kesin ordayım full time”.
Sonuç mu? Söylemeye gerek var mı?


Ben sadece son geldiğim noktadan bahsedeyim: şu an yaşadığım sitenin kendisine ait bir spor salonu var. Gerçekten kendi evindeymiş gibi davranabiliyor insan. Hatta bir gittiğimde bisiklet çevirirken bir yandan da elimde kumanda plazma ekranda dizi izlemişliğim bile var. Bu konfora karşılık kaç kere gittim: 3

Evet itiraf ediyorum!

Artık spor yapmayacağım ve yapmadığım için kendimi suçlu hissetmeyeceğim.

Manken ölçülerinde olmadan da güzel ve mutlu olacağım!

14 Şubat 2010 Pazar

Radyoda bir haber: "Alexander McQueen evinde ölü bulundu!"

Benim ilk aklıma gelen ne peki? Samsonite mağazalarında AMQ tasarımı valizler satıyoruz, hemen vitrinlere yeni bir düzenleme yapalım, birer siyah çerçeve edinelim, adamcağızın fotografı ile onun tasarımı valizleri vitrinlere koyalım, dikkat çekelim. Tanımadığım, hayatımda hiçbir yeri olmayan birinin ölümüne üzülecek değilim tabii ki ama yine de bir ölüm haberinin ardından bu kadar ticari düşünmek de normal değil, kabul ediyorum.

Ama naapalım, pazarlama dünyasının içinde yaşamak bu hale getiriyor insanı. Yıllar önce sektöre ilk girdiğimde gazetenin sosyal ilan hedeflerinin belirlendiği dönemlerde dönen geyikleri duyduğumda nasıl da tavana vurmuştum (bilmeyenler için not: sosyal ilanların en önemli kalemlerinden biri vefat ilanları) şimdi onlardan beter oldum...

Hazır bu konudan başlamışken düşünmeye, günün anlam ve önemliyle de birleştirelim: Sevgililer günü, anneler günü, babalar günü vs. vs. vs. Pazarlamacı tarafım ve de beyin hücrelerim tüm bunların pazarlama sektörünün içimize enjekte ettiği numaralar olduğunu bilse de kadın tarafım bayılıyor hala çiçekler almaya, heryerde kalpler görmeye...

Sonuç mu?? bayılıyorum kadın olmaya ve bu kadınlık hallerine :) yani devam çiçek beklemeye, pırlantalarla, kalplerle, çiçeklerle, böceklerle mutlu olmaya..
Herkese mutlu bir sevgililer günü diliyorum..

24 Ocak 2010 Pazar

Yine gündemin birkaç gün gerisinden gelen bir yazı:

Birkaç gün önce bir haber vardı gazete ve tv'lerde; 13 yaşındaki kızını 4 ineğe satan baba! Kızın satıldığı, hamile kaldığı vs vs..hikaye uzun ve de acıklı. Reklamların etkisi ile yeniden hatırladığımız Sezen şarkısı eşliğinde tüm Türkiye küçük kız için üzüldük, babayı lanetledik.

Ama bu olayın bir kişisi daha var ki nedense hiçkimse onun kim olduğundan ne ceza aldığından / alacağından bahsetmedi: 4 inek karşılığında 13 yaşındaki bir kız çocuğunu satın alan! ve onunla beraber olan şerefsiz! Evet, babanın ne mal olduğu ile ilgili hiç kuşku yok zaten, ama ya diğeri?? Hele de bir film sayesinde de olsa çocuk tecavüzlerinin yeniden konuşulmaya başlandığı bu günlerde neden hiç kimse bundan bahsetmiyor? 13 yaşında bir çocuk ile beraber olmak en kibar ve iyimser tabir ile pedofili değil mi?? Bütün dünya çocuk tacizcilerine verilecek cezaları tartışadursun biz kimin cezayı hakettiği konusunda bile hala bir adım ilerleyemedik. Gözümüzde tek suçlu kızını satan baba, alıcı ile ilgili ise tık yok!

Tabii diğer taraftan tüm bunların kendisinin yarı yaşındaki kız çocuğu ile evlenenler tarafından yönetilen bir ülkede yaşandığını düşünmek de "neye şaşırıyorum ki bu kadar" hissini bir kez daha açığa çıkarıyor...

21 Ocak 2010 Perşembe

BU TOPRAKLARDAN NEDEN DÜNYA MARKASI ÇIKMAZ???

Ben yanıtı buldum: çünkü biz her şey birden olmak isterken hiçbir şey olamıyoruz!

İşin kötüsü bu sanırım Türk milleti olarak genlerimizde var. Çünkü bu durum en basit bir ayakkabı markasından bir şehrimizin hatta ülkenin pazarlanmasına kadar aynı mantıkla işliyor.

Biz ısrar ve de inatla her şeyimizi birden göstermeye çalışıp sonuçta insanların kafasını karıştırmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Düşünün Paris’te görülecek sadece Eyfel Kulesi mi vardır? Ama adamlar öyle bir tanıtım yapıyorlar ve demirden bir kuleyi öyle güzel şehirle özdeşleştiriyorlar ki yılda sadece Eyfel Kulesini ziyaret eden turist sayısı İstanbul’un 3 katı. Biz ise hala İstanbul denince yabancıların aklına hem boğaz hem Haliç hem camiler hem Ayasofya gelsin istiyoruz ki bu mümkün olmuyor normal olarak.

Adamlar koskoca İtalya’yı Pisa kulesi veya Collesium’dan ibaret, Amerika’yı Özgürlük heykeli olarak pazarlarken biz neyimiz var neyimiz yoksa anlatmaya çalışıyoruz. Peri bacalarımızı mutlaka görün ama Pamukkale’de çamura bulanmadan, Konya’da Sema izlemeden, İstinye Park’ta alışveriş yapmadan, Meryem Ana’da hacı olmadan, Nemrut’ta güneşin batışını izlemeden sakın dönmeyin demeye çalışıyoruz ki bunlar sadece şu an aklıma gelenler. Pazarlama stratejimize tüm Lonely Planet rehberini sığdırmaya çalışıyoruz adeta.

Ülke ve şehirlerden olaya girdim ama aslında tüm yerel markalar için geçerli bu. Adamlar tek bir çanta, tek bir desen ile tüm dünyayı peşlerinden koştururken biz neyimiz var neyimiz yoksa ortaya dökme telaşındayız yine. Bu arada neyse ki A+ kavramı var hayatımızda, bütün markalar A+ hedef kitleye yönelik. Sorsan kimse bilmez ama A+ dediğin kimdir? Kaç kişidir? Ne yer, ne içer, ne okur, ne giyer? Hem LV olalım hem 70 Milyona hitap edelim. İyimser bir bakış açısı tabii bir yandan da:) Türkiye’de herkes A+, herkes hedef kitlemiz ve tüm ürünlerimizle tüm Türkiye’nin hizmetindeyiz…

20 Ocak 2010 Çarşamba

sanırım bi ben kalmıştım blogu olmayan..ve ben de sonunda gaza gelip (Seda'ya teşekkürlerimle bu konuda) şimdiye kadar sadece kendi kendime okuduklarımı birileriyle paylaşayım dedim. açıkçası hangi cesaretle ben de bilmiyorum ama içimden geldi yaptım diyelim...

bu arada keşfetmem gereken çok şey var bu sayfayla ilgili. mesela geçmiş tarihli yazılarımı yazıldığı günün tarihleriyle koyabilecek miyim bilmiyorum, biraz daha kurcalamam lazım. ama yazıları okuyan olursa bi zahmet kayıt tarihine değil, yazının altındaki yazılış tarihine baksın merak ederse...

19 Ocak 2010 Salı

KÜLTÜR BAŞKENTİ!


Yine kendi kendimize gelin güvey olduk gibi geliyor bana.. İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasından söz ediyorum. Trilyonlar harcandı (hala alışamadım şu YTL olayına, hoş artık Y’si de kalmadı ama ben hala eski versiyonda kaldım) konserler verildi. Çok iyi çok güzel de bu nedense bana taşra ilçelerindeki 1. Geleneksel bilmem ne festivallerini hatırlattı.
Söz konusu kendimiz olunca nasıl da gereğinden fazla önemsiyoruz her şeyi. Bence en önemli soru 2010 kültür başkenti biz isek 2009’da kimdi ya da 2008’de? Şehr-i İstanbul’da bugüne kadar ki herhangi bir kültür başkentinin neresi olduğunu bilen kaç kişi var?
Ben diyorum ki artık kendimizi kandırmaktan vazgeçsek… canımız konser düzenlemek, havai fişek atmak istiyorsa yapalım bunları ama tüm dünyanın gözü üstümüzde yalanına bir son verelim.